Anksiyete, insanlık tarihi boyunca en temel ve evrensel duygusal tepkilerden biri olarak ortaya çıkmıştır. Evrimsel ve varoluşsal açıdan değerlendirildiğinde, anksiyetenin insan yaşamında oynadığı rol çok boyutludur. Evrimsel perspektiften, anksiyete insanın hayatta kalmasını sağlayan bir savunma mekanizmasıdır; tehlike anında tetiklenerek bireylerin çevrelerindeki tehditleri fark etmelerini ve hızlıca harekete geçmelerini sağlar. Bu duygu, özellikle erken dönemlerde hayatta kalma şansını artıran bir beceri olarak evrilmiştir. Bununla birlikte, anksiyete yalnızca biyolojik bir tepki değil, felsefi ve psikolojik açılardan da derinlemesine araştırılmış bir olgudur.
Varoluşsal felsefe anksiyeteyi, insanın yaşamındaki belirsizlikler ve özgürlük karşısında kaçınılmaz olarak deneyimlediği bir duygu olarak görür. Søren Kierkegaard‘a göre, anksiyete insanın sınırsız seçim olanaklarıyla yüzleşmesinden doğar. İnsanoğlu, seçenekleri arasında seçim yaparken bu özgürlüğün getirdiği sorumluluk duygusuyla baş başa kalır ve bu durum, kaygıyı tetikler. Jean-Paul Sartre ise anksiyeteyi bireyin kendi varlığının sorumluluğunu kabul etmesinin bir sonucu olarak değerlendirir. Sartre’a göre, insanın özgürlüğü hem bir ayrıcalık hem de büyük bir yüktür; bu yük, bireyi sürekli olarak seçim yapmaya zorlar ve bu da kaçınılmaz olarak kaygıya yol açar.
Bu varoluşsal yaklaşımın aksine, Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), anksiyeteyi daha pragmatik ve bilimsel bir çerçevede ele alır. BDT’ye göre, anksiyete genellikle bireyin olumsuz düşünce kalıpları ve bilişsel çarpıtmalar sonucu ortaya çıkar. Bu terapi, bireyin otomatikleşmiş düşüncelerini fark etmesini ve bu düşüncelerin doğruluğunu sorgulamasını amaçlar. BDT’ye göre, anksiyete genellikle abartılı veya gerçekçi olmayan tehdit algılarından kaynaklanır ve bireyin bu düşünce süreçlerini yeniden yapılandırarak kaygılarını yönetmesi mümkündür. Bu süreçte, bireyin korkuları daha gerçekçi bir perspektifle ele alınarak yeni davranış ve düşünme biçimleri geliştirilir.
Felsefi yaklaşımlar, anksiyeteyi insanın varoluşsal sorgulamalarına dayalı bir duygu olarak ele alırken, BDT bu duyguyu, bireyin zihninde yerleşmiş yanlış düşünceler ve öğrenilmiş davranış kalıpları ile açıklar. Varoluşçuluğa göre, anksiyete insanın özgürlükle ve varoluşun belirsizlikleriyle yüzleşmesinin doğal bir sonucudur. Oysa BDT, anksiyeteyi işlevsel olmayan bilişsel süreçler olarak görüp bireye, bu süreçleri değiştirme olanağı sunar.
Bu iki yaklaşımın ortak paydası, anksiyetenin insan yaşamında kaçınılmaz bir duygu olduğunun kabulüdür. Felsefi açıdan, bu duygu bireyin kendisiyle yüzleşmesi ve özgürlüğünü anlaması için bir fırsat yaratırken, BDT bireyin işlevselliğini artırmak ve hayat kalitesini iyileştirmek için pratik çözümler sunar. Her iki yaklaşım da anksiyetenin, bireyin gelişim yolculuğunda önemli bir rol oynadığını ortaya koyar.
Sonuç olarak, anksiyete ne tamamen kaçınılması gereken bir duygu ne de yalnızca olumsuz bir deneyimdir. Varoluşçu felsefe bu duygunun insanın kendini tanımasına hizmet edebileceğini öne sürerken, BDT anksiyetenin yönetilebilir olduğunu ve bireyin düşünce kalıplarının değiştirilebileceğini savunur. Her iki yaklaşım da insanın anksiyeteyle sağlıklı bir şekilde başa çıkmasının mümkün olduğunu ve bu sürecin kişinin kendini daha iyi anlaması açısından önemli bir fırsat sunduğunu gösterir.